Düşüncelerinin bağazında düğümlendiğini hissetti.
Sanki nefes almakta zorlanıyor, ruhundaki o kargaşa tüm beynini habis bir ur gibi
kemiriyordu.
Zorlukla yutkundu.
Aynada dağılmış saçlarına,yüzünün yansımasına baktı.
bir an nefret etti kendinden !
Hayır! bu kendisi olamazdı,
nelere şahit olmuş ,neler yaşamıştı.
şimdi bu kadar çobuk dağılmamalıydı,dağıtamazdı
hiç sırası değildi.
Hem zaten onun gibilerin böyle bir lüksü yoktu.
Yasamında tıpkı vahsi hayvanlar gibi:
dikkatli ,temkinli aynı zamanda güçlü olmak zorundaydı.
bu felsefeyi idol edinmemiş miydi? kendine.
Kahvesinden bir yudum aldı,
aynada tekrar kendine baktı,
evet bu bakışı beğenmişti.
bu bakışlarda teslimiyet ,mızmızlanma yoktu vede asla olmamalıydı.
Kendi kendine gülümsedi.
çantasını alıp hızla odadan çıktı ,daha bitirmesi gereken bir hesabı vardı.
onu bitirmeden bu dünyadan ayrılmayacaktı...
ne pahasına olursa olsun.
30 Ağustos 2009 Pazar
27 Ağustos 2009 Perşembe
ne mutlu kırık testi olabilene..
NE MUTLU KIRIK TESTİ OLABİLENE ......
Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden su taşırmış evine..
Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış.. Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve.. Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı dolu olarak varırmış.
İki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış...
İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama şöyle demiş: "Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor.."
adam gülümseyerek dönmüş
Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum.. Senin tarafına çiçek tohumları ektim. Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın.. 2 senedir o güzel çiçekleri toplayıp,masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş..
Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden su taşırmış evine..
Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış.. Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve.. Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı dolu olarak varırmış.
İki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış...
İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama şöyle demiş: "Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor.."
adam gülümseyerek dönmüş
Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum.. Senin tarafına çiçek tohumları ektim. Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın.. 2 senedir o güzel çiçekleri toplayıp,masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş..
çam süsleme gelenegi.
ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ
Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski
Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.
Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre,
yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.
Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı,
kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.
Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp
gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor.
İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle
akçam ağacı altında
kutluyorlar.
Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı NARDUGAN
(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.
Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar,
dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.
savaşıyor
Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor.
İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle
akçam ağacı altında
kutluyorlar.
Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı NARDUGAN
(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar.
Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar,
dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.
Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı
bilmezlermiş.
O yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da
Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları
söyleniyor.
İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
bende simdi ögrendim.
Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski
Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.
Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre,
yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.
Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı,
kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.
Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp
gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor.
İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle
akçam ağacı altında
kutluyorlar.
Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı NARDUGAN
(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.
Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar,
dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.
savaşıyor
Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor.
İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle
akçam ağacı altında
kutluyorlar.
Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı NARDUGAN
(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar.
Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar,
dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.
Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı
bilmezlermiş.
O yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da
Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları
söyleniyor.
İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
bende simdi ögrendim.
26 Ağustos 2009 Çarşamba
can baba.
Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama, Yarım saat erkene kurulsun saatin..
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yagmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin,
Geceden hazır olsun, yarın ne giyecegin.
Ona harcayacagın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle...
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada ögle üzeri dışarı çık,
Yagmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soguksa
Yürü, yürürken saga sola bak, öylesine degil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanagından makas al..
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadıgı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları degil mi?
Hadi hemen ugrayabilirsen ugra, arayabilirsen ara,
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye degil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların degil, senin de yüregini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi degil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemegin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada...
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele degil, vazife yapar gibi hiç degil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun,
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki saglık olsun !..
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin..
Pencerini aç, yagmur da olsa, fırtına da olsa nefes al derin derin
Yüzüne su çarpma, adamakıllı yıka yüzünü serin serin,
Geceden hazır olsun, yarın ne giyecegin.
Ona harcayacagın vakitte bir dilim ekmek kızart
Çek kızarmış ekmek kokusunu içine Bak güzelim kahvaltının keyfine..
Ayakkabıların boyalı olsun, kokun mis,
Önce sana güzel gelsin aynadaki siluetin
Çık evinden neşeyle, karşına ilk çıkana gülümse, aydınlık bir gün dile
Sonra koş git işine, dünden, önceki günden,
Hatta daha da eskiden yarım ne kadar işin varsa hepsini tamamla,
Ohhh şöyle bir hafifle...
Bir güzel kahve ısmarla kendine, seni mutlu eden sesi duymak için alo de
Hiç işin olmasada ögle üzeri dışarı çık,
Yagmur varsa ıslan, güneş varsa ısın, hatta üşü hava soguksa
Yürü, yürürken saga sola bak, öylesine degil, görerek bak
Çiçek görürsen kokla, köpek görürsen okşa, çocuk görürsen yanagından makas al..
Sonra,şöyle bir düşün, kimler sana yol açtı,
Sen çok dar da iken kimler seni ferahlattı,
Hani kapını kimsenin çalmadıgı günlerde kimler kapını tıklattı?
Ne kadar uzun zamandır aramadın onları degil mi?
Hadi hemen ugrayabilirsen ugra, arayabilirsen ara,
Hatırlarını sor, öyle laf olsun diye degil, kucaklar gibi sor..
Bu sadece onların degil, senin de yüregini ısıtacak, yüzünde güller açtıracak..
Günün güzeldi degil mi? Akşamın da güzel olsun..
Yemegin ne olursa olsun, masanda illaki kumaş örtü olsun..
Saklama tabakları, bardakları misafire
Sizden ala misafir mi var bu dünyada...
Ailecek kurulun sofraya, öyle acele acele degil, vazife yapar gibi hiç degil,
Şöyle keyife keyif katar gibi, lezzete lezzet katar gibi,
Eksik bıraktıklarını tamamlar gibi tadına var akşamının..
Gece evinde, dostların olsun
Sohbet mezen, kahkahan içkin olsun,
Arkadaşım, hayat bu daha ne olsun?
Ama en önce ve illa ki saglık olsun !..
Siz hiçbir sarrafın bağırdığını duydunuz mu?
Kıymetli malı olanlar asla bağırmaz.
Domatesçi, biberci bağırır da kuyumcu bağırmaz.
Eskici bağırır ama antikacı bağırmaz.
İnsan bağırırken düşünemez.
Düşünemeyenler ise hep kavga içindedir.
Popçular, folkçular boğazlarını patlatana kadar
bağırıp duruyor.
Ama..
Dede Efendi'yi okuyanlar bağırmıyor
YANILMIYORSAM NECİP FAZIL KISAKÜREK OLMASI LAZIM.
Kıymetli malı olanlar asla bağırmaz.
Domatesçi, biberci bağırır da kuyumcu bağırmaz.
Eskici bağırır ama antikacı bağırmaz.
İnsan bağırırken düşünemez.
Düşünemeyenler ise hep kavga içindedir.
Popçular, folkçular boğazlarını patlatana kadar
bağırıp duruyor.
Ama..
Dede Efendi'yi okuyanlar bağırmıyor
YANILMIYORSAM NECİP FAZIL KISAKÜREK OLMASI LAZIM.
SADECE İNSAN OLMAK.
Bu, belki bir kaç insanın işittiği bir hikayedir...
Birlikte şarkı söyleyerek dünyayı heyecanlandıran üç tenordan ( LUCIANO
PAVAROTTI, PLACIDO DOMINGO AND JOSÉ CARRERAS ) son ikisi hakkındadır.
İspanya'ya hiç gitmemiş olanlar bile Katalanlar ile Madritliler arasındaki rekabeti bilir, çünkü Katalanlar İspanya'ya hükmeden Madrid'den bağımsızlıklarını almak için mücadele ediyorlar.
Placido Domingo Madritlidir ve Jose Carreras Katalandır.
Politik nedenlerle, 1984'te, Carreras ve Domingo birbirlerine düşman oldular.
Çok popüler olduklarından ve dünya çapında arandıklarından, ikisi de kontratlarında, sadece eğer diğer tenor davet edilmezse şarkı
söyleyeceklerini bildirdiler.
1987'de Carreras, rakibi Placido Domingo'dan daha acımasız bir düşmanla karşılaştı.
Korkunç bir teşhis ile alt üst olmuştu : Kan kanseri !!
Kanserle mücadelesi çok acılı idi. Sayısız tedavi gördü, bunun yanısıra kemik iliği nakli yapıldı ve kan nakli yapıldı, bunlar için ayda bir kez ABD'ye gitmek zorundaydı.
Bu koşullar altında çalışamıyordu, bu yolculukların ve tubbi tedavilerin yüksek maliyeti maddi durumunu güçleştirmişti.
Parasının bittiği zaman, Madrid'de, tek amacı kan kanseri hastaları için tedavi desteği sağlamak olan bir vakfı keşfetti.
"HERMOSA" Vakfının desteği sayesinde Carrera hastalığı yendi ve şarkı söylemeye geri döndü.
Bir kez daha yükselmiş ve layık olduğu statüye ulaşmıştı ve Vakıfa katılmaya karar verdi.
Vakfın yasalarını okurken, Vakfın kurucusunun, en önemli katılımcının ve vakfın başkanının Placido Domingo olduğunu öğrendi.
Daha sonra, Placido Domingo'nun bu organizasyonu sadece onun tedavisine yardımcı olmak için kurduğunu, ama Carreras'nın "düşmanından" yardımı kabul etmeyebileceği gibi bir durum olur diye isminin gizli kalması nı istediğini keşfetti.
Ancak, bu hikayenin en dokunaklı bölümü onların karşılaşmasıdır...
Placido'nun Madrit'teki konserlerinden birinde, Carreras konseri bölüp, alçakgönüllü bir şekilde dizlerinin üzerine çöküp, ondan bağışlanmayı istedi ve seyircilerin önünde ona teşekkür etti.
Placido, onun kalkmasına yardım etti ve kocaman bir kucaklama ile büyük dostluklarının başlangıcını mühürlediler.
Placido Domingo ile yapılan bir röportajda, muhabir ona neden "HERMOSA VAKFI"nı kurduğunu sordu, düşmanının bundan yararlanmasının yanısıra en önemli rakibi olan sanatçıya yardım etmişti.
Yanıtı kısa ve kesin idi :
"Bunun gibi bir sesi kaybedemeyiz...."
*Bu sevecenliğin gerçek hikayesidir ve ilham kaynağı olarak hizmet etmelidir…*
* *
*Kayan bir yıldız gördüğünüzde...*
*Onu kalbinizde saklayın,*
*O, başkalarına sevgisini verme amacına ulaşmış birisinin ruhudur..*Bu, belki bir kaç insanın işittiği bir hikayedir...
Birlikte şarkı söyleyerek dünyayı heyecanlandıran üç tenordan ( LUCIANO
PAVAROTTI, PLACIDO DOMINGO AND JOSÉ CARRERAS ) son ikisi hakkındadır.
İspanya'ya hiç gitmemiş olanlar bile Katalanlar ile Madritliler arasındaki rekabeti bilir, çünkü Katalanlar İspanya'ya hükmeden Madrid'den bağımsızlıklarını almak için mücadele ediyorlar.
Placido Domingo Madritlidir ve Jose Carreras Katalandır.
Politik nedenlerle, 1984'te, Carreras ve Domingo birbirlerine düşman oldular.
Çok popüler olduklarından ve dünya çapında arandıklarından, ikisi de kontratlarında, sadece eğer diğer tenor davet edilmezse şarkı
söyleyeceklerini bildirdiler.
1987'de Carreras, rakibi Placido Domingo'dan daha acımasız bir düşmanla karşılaştı.
Korkunç bir teşhis ile alt üst olmuştu : Kan kanseri !!
Kanserle mücadelesi çok acılı idi. Sayısız tedavi gördü, bunun yanısıra kemik iliği nakli yapıldı ve kan nakli yapıldı, bunlar için ayda bir kez ABD'ye gitmek zorundaydı.
Bu koşullar altında çalışamıyordu, bu yolculukların ve tubbi tedavilerin yüksek maliyeti maddi durumunu güçleştirmişti.
Parasının bittiği zaman, Madrid'de, tek amacı kan kanseri hastaları için tedavi desteği sağlamak olan bir vakfı keşfetti.
"HERMOSA" Vakfının desteği sayesinde Carrera hastalığı yendi ve şarkı söylemeye geri döndü.
Bir kez daha yükselmiş ve layık olduğu statüye ulaşmıştı ve Vakıfa katılmaya karar verdi.
Vakfın yasalarını okurken, Vakfın kurucusunun, en önemli katılımcının ve vakfın başkanının Placido Domingo olduğunu öğrendi.
Daha sonra, Placido Domingo'nun bu organizasyonu sadece onun tedavisine yardımcı olmak için kurduğunu, ama Carreras'nın "düşmanından" yardımı kabul etmeyebileceği gibi bir durum olur diye isminin gizli kalması nı istediğini keşfetti.
Ancak, bu hikayenin en dokunaklı bölümü onların karşılaşmasıdır...
Placido'nun Madrit'teki konserlerinden birinde, Carreras konseri bölüp, alçakgönüllü bir şekilde dizlerinin üzerine çöküp, ondan bağışlanmayı istedi ve seyircilerin önünde ona teşekkür etti.
Placido, onun kalkmasına yardım etti ve kocaman bir kucaklama ile büyük dostluklarının başlangıcını mühürlediler.
Placido Domingo ile yapılan bir röportajda, muhabir ona neden "HERMOSA VAKFI"nı kurduğunu sordu, düşmanının bundan yararlanmasının yanısıra en önemli rakibi olan sanatçıya yardım etmişti.
Yanıtı kısa ve kesin idi :
"Bunun gibi bir sesi kaybedemeyiz...."
*Bu sevecenliğin gerçek hikayesidir ve ilham kaynağı olarak hizmet etmelidir…*
* *
*Kayan bir yıldız gördüğünüzde...*
*Onu kalbinizde saklayın,*
*O, başkalarına sevgisini verme amacına ulaşmış birisinin ruhudur..*Bu, belki bir kaç insanın işittiği bir hikayedir...
HALA UYUTULUYORUZ.
NTV'deki 'Neden' programında 'Aleviler ve Siyaset'i tartışıldı.
Açılışta Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'e soruldu:
* * * Neden her seçim öncesi 'Sünniler ve Siyaset' değil de 'Aleviler
ve Siyaset' tartışılır....?'
Eser, rakamlarla yanıtladı bu soruyu...
Verdiği rakamlar,tartış maya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu.
Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
***Türkiye'de kaç okul var ?........... ........67. 000
***Kaç hastane var ?........... ........1. 220
***Kaç sağlık ocağı var ?........... ......... 6.300
***Peki kaç cami var ?........... ......... .85.000
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
***Peki, kaç kilise var ?........... ......... .270
***Kaç cemevi var ?........... ......... .100
***Türkiye'de kaç doktor var ?........... ......... .77.000
***Peki, kaç din görevlisi var ?........... ......... .90.000
Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din
görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.
***Türkiye'de kaç kütüphane var?........ ......... .....1.435
***Almanya'da kaç kütüphane var?........ ......... .....11.000
***Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ?........... ......... ...13
*** Kaç kentte kuran kursu var?........ ......... .......81
***Bu kursların toplam sayısı kaç ?........... ......... .....3.852
***Türkiye'de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
***Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var ?........... ......... ......35. 000
***İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar
?........... ......... ......783 trilyon...
***Ulaştırma Bakanlığı'nın ?........... ........678 trilyon
***Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın ?........... ......... .......677 trilyon...
***Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ?........... ......... ........632 trilyon...
***Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın ?........... ......... .......280 trilyon..
***Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın
?........... ......... ........249 trilyon...
***Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ?........... ......... ........404 trilyon...
***Sadece Sünnileri temsileden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi
nekadar ?........... ......... .......1. 3 katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...
22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
***Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:
1997'de 66 trilyon.
1998'de 119...
1999'da 180...
2000'de270.. .
2001'de 302...
2002'de 553...
2003'te 771...
2004'te 1 katrilyon...
2005'te 1 katrilyon...
2006'da 1,3 katrilyon...
2007'de 2,7 katrilyon...
Bir ülke,Diyanet' e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay
ayırıyor,bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa,doktordan , öğretmenden
fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden
çok Kuran kursu açıyorsa,o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez
mi?
ŞERİAT GELECEK Mİ DİYE ARTIK DAHA FAZLA DÜŞÜNMEYİNİZ
( Eğer uyursak ve bu pasif edilgen tavrımızı sürdürürsek mutlaka gelir....)
Açılışta Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'e soruldu:
* * * Neden her seçim öncesi 'Sünniler ve Siyaset' değil de 'Aleviler
ve Siyaset' tartışılır....?'
Eser, rakamlarla yanıtladı bu soruyu...
Verdiği rakamlar,tartış maya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu.
Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
***Türkiye'de kaç okul var ?........... ........67. 000
***Kaç hastane var ?........... ........1. 220
***Kaç sağlık ocağı var ?........... ......... 6.300
***Peki kaç cami var ?........... ......... .85.000
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
***Peki, kaç kilise var ?........... ......... .270
***Kaç cemevi var ?........... ......... .100
***Türkiye'de kaç doktor var ?........... ......... .77.000
***Peki, kaç din görevlisi var ?........... ......... .90.000
Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din
görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.
***Türkiye'de kaç kütüphane var?........ ......... .....1.435
***Almanya'da kaç kütüphane var?........ ......... .....11.000
***Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ?........... ......... ...13
*** Kaç kentte kuran kursu var?........ ......... .......81
***Bu kursların toplam sayısı kaç ?........... ......... .....3.852
***Türkiye'de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
***Peki, kaç tane 'cami yaptırma derneği' var ?........... ......... ......35. 000
***İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar
?........... ......... ......783 trilyon...
***Ulaştırma Bakanlığı'nın ?........... ........678 trilyon
***Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın ?........... ......... .......677 trilyon...
***Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın ?........... ......... ........632 trilyon...
***Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın ?........... ......... .......280 trilyon..
***Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın
?........... ......... ........249 trilyon...
***Çevre ve Orman Bakanlığı'nın ?........... ......... ........404 trilyon...
***Sadece Sünnileri temsileden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi
nekadar ?........... ......... .......1. 3 katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...
22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
***Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:
1997'de 66 trilyon.
1998'de 119...
1999'da 180...
2000'de270.. .
2001'de 302...
2002'de 553...
2003'te 771...
2004'te 1 katrilyon...
2005'te 1 katrilyon...
2006'da 1,3 katrilyon...
2007'de 2,7 katrilyon...
Bir ülke,Diyanet' e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay
ayırıyor,bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa,doktordan , öğretmenden
fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden
çok Kuran kursu açıyorsa,o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez
mi?
ŞERİAT GELECEK Mİ DİYE ARTIK DAHA FAZLA DÜŞÜNMEYİNİZ
( Eğer uyursak ve bu pasif edilgen tavrımızı sürdürürsek mutlaka gelir....)
mmm::::=)
DOGRU ERKEK...
Kadinin biri kumsalda yürürken ayagi eski bir lambaya takilmis,
kadin lambayi kumlarin içinden çikarmis,ovalamis.
Lambadan cin çikmis ve;
-''Sadece bir dilek hakkin var, iyi düsün öyle dile'' demis.
Kadin hiç tereddüt etmeden, cebinden bir harita çikararak:
-''Bütün dünyada zulmün, savasin, açligin bitmesini istiyorum.
Bu haritadaki ülkeleri görüyor musun?
Bu ülkelerin birbiriyle savasmayi birakmasini,
her yere barisin gelmesini diliyorum'' diyivermis.
Cin haritaya bakmis ve dehsetle;
-''Tanri askina Kadin! Bu ülkeler binlerce yildir savasiyorlar.
Tamam isimde iyiyim ama o kadar da degil!
Bunu yapilabilecegimi sanmiyorum.
Baska bir dilekte bulun'' diye bagirmis.
Kadin birkaç dakika düsünmüs ve ;
- ''Hayatim boyunca dogru bir erkek bulamadim.
Bilirsin; hem ince düsünceli, hem dürüst, hem karizmatik , hem eglenceli biri, sevecen, ilgili ve ömür boyu sadik olacak erkek diliyorum'' demis.
Cin derin derin bir iç çekmis:
-Uzat su kahrolasi haritayi..!!!
bence bu kadin süzme salak:)
Kadinin biri kumsalda yürürken ayagi eski bir lambaya takilmis,
kadin lambayi kumlarin içinden çikarmis,ovalamis.
Lambadan cin çikmis ve;
-''Sadece bir dilek hakkin var, iyi düsün öyle dile'' demis.
Kadin hiç tereddüt etmeden, cebinden bir harita çikararak:
-''Bütün dünyada zulmün, savasin, açligin bitmesini istiyorum.
Bu haritadaki ülkeleri görüyor musun?
Bu ülkelerin birbiriyle savasmayi birakmasini,
her yere barisin gelmesini diliyorum'' diyivermis.
Cin haritaya bakmis ve dehsetle;
-''Tanri askina Kadin! Bu ülkeler binlerce yildir savasiyorlar.
Tamam isimde iyiyim ama o kadar da degil!
Bunu yapilabilecegimi sanmiyorum.
Baska bir dilekte bulun'' diye bagirmis.
Kadin birkaç dakika düsünmüs ve ;
- ''Hayatim boyunca dogru bir erkek bulamadim.
Bilirsin; hem ince düsünceli, hem dürüst, hem karizmatik , hem eglenceli biri, sevecen, ilgili ve ömür boyu sadik olacak erkek diliyorum'' demis.
Cin derin derin bir iç çekmis:
-Uzat su kahrolasi haritayi..!!!
bence bu kadin süzme salak:)
şaka gibi ama gerçek:(
>
> 311 NUMARALI ODA
> Güney Afrika’nın Cape Town şehrindeki bir hastanede
> Devamlı esrarengiz ölümler oluyordu.Hemşireler haftalardır üst üste her cuma
> günü 311 numaralı yoğun bakım odasına yatırılan hastaları ölü
> bulmaktaydılar.Bu sırlı ölümlere uzun süre açıklama getirilemedi.Herkes
> meselenin çözülmesi için seferber oldu.
> Uzmanlar odanın havasını bakteriyolojik bakımdan kontrol
> ettiler.Güney Afrika’nın önde gelen bilim adamları ölenlerin aileleriyle üç
> hafta boyunca görüşmeler yaptılar.Hatta işin içine polis girdi ve akla gelen
> her ihtimal tek tek değerlendirildi,ancak onların araştırmalarıda sonuçsuz
> kaldı.Ve tabii bu arada 311 numaralı odadaki hastalar sebepsiz ölmeye devam
> ediyorlardı.Son çare olarak hastaların kaldığı 311 numaralı yoğun bakım
> odası devamlı gözetim altına alındı ve sonunda odadaki ölümlerin sebebi
> ortaya çıktı.
> Sonuç çok trajikomikti.Cuma sabahı saat 6’da odaları temizleyen
> temizlikçi kadının,hastanın bağlı bulunduğu solunum cihazının fişini çekerek
> kendi elektrik süpürgesinin fişini taktığı ve işini bitirince sonra solunum
> cihazının fişini tekrar yerine takıp gittiği görüldü.
>
>
> 311 NUMARALI ODA
> Güney Afrika’nın Cape Town şehrindeki bir hastanede
> Devamlı esrarengiz ölümler oluyordu.Hemşireler haftalardır üst üste her cuma
> günü 311 numaralı yoğun bakım odasına yatırılan hastaları ölü
> bulmaktaydılar.Bu sırlı ölümlere uzun süre açıklama getirilemedi.Herkes
> meselenin çözülmesi için seferber oldu.
> Uzmanlar odanın havasını bakteriyolojik bakımdan kontrol
> ettiler.Güney Afrika’nın önde gelen bilim adamları ölenlerin aileleriyle üç
> hafta boyunca görüşmeler yaptılar.Hatta işin içine polis girdi ve akla gelen
> her ihtimal tek tek değerlendirildi,ancak onların araştırmalarıda sonuçsuz
> kaldı.Ve tabii bu arada 311 numaralı odadaki hastalar sebepsiz ölmeye devam
> ediyorlardı.Son çare olarak hastaların kaldığı 311 numaralı yoğun bakım
> odası devamlı gözetim altına alındı ve sonunda odadaki ölümlerin sebebi
> ortaya çıktı.
> Sonuç çok trajikomikti.Cuma sabahı saat 6’da odaları temizleyen
> temizlikçi kadının,hastanın bağlı bulunduğu solunum cihazının fişini çekerek
> kendi elektrik süpürgesinin fişini taktığı ve işini bitirince sonra solunum
> cihazının fişini tekrar yerine takıp gittiği görüldü.
>
>
27 agustos 2009.
o gece mars gokyüzünde en parlak yıldız olacak.
dolunay gorüntüsünde yani bir nevi 2ay gibi.
bu birdaha 2287 yılında gerçeklesecek..unutmadan izlesek bari.
dolunay gorüntüsünde yani bir nevi 2ay gibi.
bu birdaha 2287 yılında gerçeklesecek..unutmadan izlesek bari.
gerçek bir hikaye.
Gençlik ve serdeki hafif anarşistlik...
1968 olimpiyatlarında 200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri, yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti.
İtiraf ediyorum ki, Aynur Çağlı'nın o muhteşem haberini okuyana kadar aynı karede önde duran, gümüş madalyalı Avustralyalı beyaz atlete hiç dikkat etmemişim.
Adı Peter Norman imiş...
İşte bu atlet geçen hafta öldü. Haberin ve konunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi budur.
Gelelim hikayeye...
Mexico City'de 200 metre finali koşulmuş.
Amerikalı (siyah) atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı (beyaz) Peter Norman kazanmış.
Madalya töreni için bekledikleri sırada, Carlos, Peter Norman'ın yanına gelerek sormuş:
- İnsan haklarına inanıyor musun ?
- Evet, inanıyorum.
- Peki ya Tanrı'ya ?
- Bütün kalbimle...
Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarındaki eylem planını açıklamışlar, Norman tereddütsüz katılmış:
- Ben eyleminizi destekleyeceğim, bana ne yapmam gerektiğini söyleyin.!
İlk defa, o günler için müthiş bir provokasyon hatta devrim sayılacak bir eylem planlıyor iki genç adam :
Amerika'daki ırk ayrımcılığını ve siyahlara reva görülen fakirliği ve ikinci sınıf vatandaşlığı protesto edecekler... Ama nasıl?
Fikir Norman'dan geliyor :
Bir çift siyah deri eldiven buluyorlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçiriyor ; Gençlik ve serdeki hafif anarşistlik...
1968 olimpiyatlarında 200 metrede altın ve bronz madalya kazanan Amerikalı iki siyah atletin, Tommie Smith ve John Carlos'un siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde posteri, yıllarca hayal dünyamızı ve asıl oda duvarlarımızı süslemişti.
Amerikan Olimpiyat Komitesi, iki siyahın spor kariyerini o saniye bitiriyor. Eylem amacına ulaşmış, Amerika'daki zenci azınlığın durumu dünya gündemine girmiştir. Smith ve Carlos spor hayatlarını (ve buna bağlı olarak geleceklerini) feda etmişler ama dünya tarihine geçmişlerdir. Dünyadaki yüz milyonlarca ezilmiş siyahın ilahı haline gelmişlerdir.
Peki ya Avustralyalı beyaz Peter Norman ? Aynur'un anlattığına göre, Norman'ın da hayatı kararmış.
Tommie Smith diyor ki:
"Peter, bir beyazdı. O günlerde siyahların haklarını savunma cesareti gösteren, onurlu ve belkemiği sahibi beyaz çok azdı. Peter, Avustralya'ya döndüğünde kimse yüzüne bakmadığı gibi, herkes tarafından yargılandı. Onun da atletizm kariyeri bitti, spor çevrelerinden dışlandı. Tehditler, işsizlik ve tecrit nedeniyle öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, üçümüzün de ilk evliliği sona erdi."
Avustralya Devleti Norman'ı ölene kadar affetmemiş ama... Norman intikamını mezara götürmüş :
1968 Olimpiyatları finalinde ikinci olurken kırdığı 200 metre Avusturalya rekoru hâlâ, 38 yıl sonra kırılamamış.
Ölene kadar süren 'eylem kardeşliği'
İki amerikalı ve bir Avustralyalı 'lanetli' atletin o gün başlayan 'eylem kardeşliği' ve dostlukları ömür boyu sürmüş.
Aradan geçen 38 yıl boyunca, yazışmışlar, buluşmuşlar, görüşmüşler.
Ta, geçen hafta, Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yaşında ölene kadar.
böylemi gerçekten !
Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamıydı. Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı. Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı. Ama işler iyi gitmiyordu. Borçlar birikmişti.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı. Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, 'ikinci sınıf meleklerden' birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında 'başarısız' bir melek düşüyordu.
O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.
Görevi ise çok zordu.
Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken 'ikinci sınıf melek' yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...
Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın...
Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.
- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.
Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve
O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz.
Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
Stewart, o yaşlı ve tonton 'ikinci sınıf' melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.
'Bu muhteşem bir hayat' isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir 'çın' sesi duyuluyordu.
Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı. Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, 'ikinci sınıf meleklerden' birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.
Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında 'başarısız' bir melek düşüyordu.
O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.
Görevi ise çok zordu.
Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.
Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.
Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.
Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.
Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken 'ikinci sınıf melek' yanına yaklaşıyordu.
Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...
Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın...
Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.
- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?
- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.
Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve
O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz.
Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.
Stewart, o yaşlı ve tonton 'ikinci sınıf' melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.
'Bu muhteşem bir hayat' isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir 'çın' sesi duyuluyordu.
BADEM KAÇMIŞ:)
Duydunuz mu::
badem adlı fok kafesinden firar etmiş.
bodrumdan marmarise geçmiş,allah verede bizim ırkımız zarar vermese firarimize
basarılar sana badem insallah insanınn çok az yaşadıgı bir yerde özgür ve mutlu yaşa.
badem adlı fok kafesinden firar etmiş.
bodrumdan marmarise geçmiş,allah verede bizim ırkımız zarar vermese firarimize
basarılar sana badem insallah insanınn çok az yaşadıgı bir yerde özgür ve mutlu yaşa.
bu mudur halimiz offf offf..
> > Karı koca bir barda oturuyorlar.
> > Önlerindeki ickileri yudumlarken bardan
> > içeri hoş bir hatun girer.
> > Bizimkilerin yanına gelir, adama sarılarak öper. Karısına aldırmadan:
> > - Nasılsın hayatım? Epey oldu görüşemedik...
> > Diyerek başka bir masaya gidip oturur.
> > Adamın karısı dayanamayarak sorar:
> > - Kim bu kadın?
> > Adam sakin bir sesle yanıtlar:
> > - Senden saklayacak değilim. Metresim!
> > Kadın çıldırır:
> > - Ne bu ne cüret! Bu ne ahlâksızlk!.. Ben buna katlanamam.
> > Derhal boşanıyoruz! Sen ne ******** adammışsın meğer.
> > Bir de utanmadan metresim diyorsun... Her şey bitti anlıyor musun,
> > boşanıyoruz! Hem de derhal!.. Adam gayet sakin bir tavırla karısın! a
> > bakar:
> > - Dur bakalım hele bir sakin ol. Ne yani sevgilim Etiler'deki
> > dubleksi, Akmerkez'deki daireyi, Bodrum'daki tripleksi, 24 metre
> > yatı,altındaki son model jeepi, kımızı spor arabayı, Maldiv
> > adalarındaki devre mülkü, mücevher ve takı kolleksiyonlarını falan
> > bırakıp boşanmak mı istiyorsun?
> > Alt tarafı bir metres için bütün bunlardan vazgeçmeye değer mi bir
> > tanem...Kadın bunları duyunca sakinleşir. Çevresine bakınmaya
> > başlar.Biraz ilerideki masada oturan bir çift dikkatini çeker.
> > Kocasına sorar:
> > - Şurada oturan bizim Suat degil mi?
> > Kocası yanıtlar:
> > - Evet
> > - Peki yanındaki kim?
> > Kocası gayet sogukkanlılıkla yanıtlar:
> > - Kim olacak canım, metresi...
> > Kadın önce duraksar. Sonra burnunu kıvırarak kocasına sokulur:
> > - Aaaa ! Bizimkisi daha güzel valla! !.
>
> > Önlerindeki ickileri yudumlarken bardan
> > içeri hoş bir hatun girer.
> > Bizimkilerin yanına gelir, adama sarılarak öper. Karısına aldırmadan:
> > - Nasılsın hayatım? Epey oldu görüşemedik...
> > Diyerek başka bir masaya gidip oturur.
> > Adamın karısı dayanamayarak sorar:
> > - Kim bu kadın?
> > Adam sakin bir sesle yanıtlar:
> > - Senden saklayacak değilim. Metresim!
> > Kadın çıldırır:
> > - Ne bu ne cüret! Bu ne ahlâksızlk!.. Ben buna katlanamam.
> > Derhal boşanıyoruz! Sen ne ******** adammışsın meğer.
> > Bir de utanmadan metresim diyorsun... Her şey bitti anlıyor musun,
> > boşanıyoruz! Hem de derhal!.. Adam gayet sakin bir tavırla karısın! a
> > bakar:
> > - Dur bakalım hele bir sakin ol. Ne yani sevgilim Etiler'deki
> > dubleksi, Akmerkez'deki daireyi, Bodrum'daki tripleksi, 24 metre
> > yatı,altındaki son model jeepi, kımızı spor arabayı, Maldiv
> > adalarındaki devre mülkü, mücevher ve takı kolleksiyonlarını falan
> > bırakıp boşanmak mı istiyorsun?
> > Alt tarafı bir metres için bütün bunlardan vazgeçmeye değer mi bir
> > tanem...Kadın bunları duyunca sakinleşir. Çevresine bakınmaya
> > başlar.Biraz ilerideki masada oturan bir çift dikkatini çeker.
> > Kocasına sorar:
> > - Şurada oturan bizim Suat degil mi?
> > Kocası yanıtlar:
> > - Evet
> > - Peki yanındaki kim?
> > Kocası gayet sogukkanlılıkla yanıtlar:
> > - Kim olacak canım, metresi...
> > Kadın önce duraksar. Sonra burnunu kıvırarak kocasına sokulur:
> > - Aaaa ! Bizimkisi daha güzel valla! !.
>
özet olarak alın size reklamcılık nedir.
Bir profesör, yüksek lisans öğrencilerine pazarlama kavramlarını anlatıyordu:
1. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz ve yanına giderek 'Çok zenginim. Evlen benimle!' dediniz.
Bu, doğrudan pazarlamadır.
2. Bir grup arkadaşınızla katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz. Arkadaşlarınızdan biri kızın yanına gitti ve sizi işaret ederek kıza 'O Çok zengin. Evlen onunla!' dedi.
Bu, reklamdır.
3. Katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz ve yanına gidip telefon numarasını aldınız. Ertesi gün arayıp 'Çok zenginim. Evlen benimle!' dediniz.
Bu, tele pazarlamadır.
4. Katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz. Kalkıp kravatınızı düzelttiniz, ona doğru yürüyüp içkisini tazelediniz, arabanın kapısını açtınız, çantasını düşürünce eğilip aldınız, küçük bir gezinti teklif ettiniz ve sonra 'Bu arada ben Çok zenginim. Benimle evlenir misin?' dediniz.
Bu, halkla ilişkilerdir.
5. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanınıza geldi ve 'Duyduğuma göre Çok zenginmişsiniz. Benimle evlenir misiniz?' dedi.
Bu, marka bilinirliğidir.
6. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp 'Ben Çok zenginim . Evlen benimle!' dediniz. Suratınıza okkalı bir tokat yapıştırdı.
Bu, müşteri geribildirimidir.
7. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp 'Ben Çok zenginim. Evlen benimle!' dediniz. O da sizi kocasıyla tanıştırdı.
Bu, arz-talep uyuşmazlığıdır.
8. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına
yaklaştınız, ama siz bir şey söyleyemeden önce biri gelip ona 'Ben Çok zenginim. Benimle evlenir misin?' dedi ve kız onunla gitti.
Bu, sizin pazar payınıza göz koyan rekabettir.
9. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp 'Ben Çok zenginim, evlen diyecekken ,karınız geldi.
bu da yeni pazarlara girememektir.
1. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz ve yanına giderek 'Çok zenginim. Evlen benimle!' dediniz.
Bu, doğrudan pazarlamadır.
2. Bir grup arkadaşınızla katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz. Arkadaşlarınızdan biri kızın yanına gitti ve sizi işaret ederek kıza 'O Çok zengin. Evlen onunla!' dedi.
Bu, reklamdır.
3. Katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz ve yanına gidip telefon numarasını aldınız. Ertesi gün arayıp 'Çok zenginim. Evlen benimle!' dediniz.
Bu, tele pazarlamadır.
4. Katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz. Kalkıp kravatınızı düzelttiniz, ona doğru yürüyüp içkisini tazelediniz, arabanın kapısını açtınız, çantasını düşürünce eğilip aldınız, küçük bir gezinti teklif ettiniz ve sonra 'Bu arada ben Çok zenginim. Benimle evlenir misin?' dediniz.
Bu, halkla ilişkilerdir.
5. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanınıza geldi ve 'Duyduğuma göre Çok zenginmişsiniz. Benimle evlenir misiniz?' dedi.
Bu, marka bilinirliğidir.
6. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp 'Ben Çok zenginim . Evlen benimle!' dediniz. Suratınıza okkalı bir tokat yapıştırdı.
Bu, müşteri geribildirimidir.
7. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp 'Ben Çok zenginim. Evlen benimle!' dediniz. O da sizi kocasıyla tanıştırdı.
Bu, arz-talep uyuşmazlığıdır.
8. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına
yaklaştınız, ama siz bir şey söyleyemeden önce biri gelip ona 'Ben Çok zenginim. Benimle evlenir misin?' dedi ve kız onunla gitti.
Bu, sizin pazar payınıza göz koyan rekabettir.
9. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp 'Ben Çok zenginim, evlen diyecekken ,karınız geldi.
bu da yeni pazarlara girememektir.
nufus cüzdanınız kaybolursa.
Nüfus cüzdanını kaybedince vergi dairesinede bildirin...
ÖNEMLİ!!!
Nüfus cüzdanını kaybeden veya çaldıran kişilerin emniyetten aldığı tutanak ve birde dilekçe eşliğinde bir vergi dairesine başvurması durumunda kayıp olan nüfusunun bilgisi sicil kayıtlarına alınıyor. Ve nüfusu eline geçiren bir diğer kişi herhangi bir vergi dairesine gidip şirket açılışı yapmak istese sistem uyarı veriyor. İnsanların ve hatta vergi dairesi çalışanlarının bile pek bilmediği bu konunun ayrıntılarını gelir idaresi başkanlığı resmi sitesinde iç genelgeler bölümünde
'VERGİ KİMLİK NUMARASI İÇ GENELGESİ SERİ NO:2007/1 de bulabilirsiniz.
KONU COK ONEMLI, TUM ARKADASLARINIZA YONLENDIRMELISINIZ. ...... http://www.gib. gov.tr/index. php?id=1079&uid=QoRTXeqxnlSbcOh G&type=icgenelge
ÖNEMLİ!!!
Nüfus cüzdanını kaybeden veya çaldıran kişilerin emniyetten aldığı tutanak ve birde dilekçe eşliğinde bir vergi dairesine başvurması durumunda kayıp olan nüfusunun bilgisi sicil kayıtlarına alınıyor. Ve nüfusu eline geçiren bir diğer kişi herhangi bir vergi dairesine gidip şirket açılışı yapmak istese sistem uyarı veriyor. İnsanların ve hatta vergi dairesi çalışanlarının bile pek bilmediği bu konunun ayrıntılarını gelir idaresi başkanlığı resmi sitesinde iç genelgeler bölümünde
'VERGİ KİMLİK NUMARASI İÇ GENELGESİ SERİ NO:2007/1 de bulabilirsiniz.
KONU COK ONEMLI, TUM ARKADASLARINIZA YONLENDIRMELISINIZ. ...... http://www.gib. gov.tr/index. php?id=1079&uid=QoRTXeqxnlSbcOh G&type=icgenelge
SAGLIK BİLGİLERİ KISADAN HİSSE.
Saglik Konusunda, yararlı bilgiler ;
. Yemeğe tuz ile başlanırsa, beyin tarafından gönderilen bir uyarı sayesinde, midede mukus denilen sindirimi kolaylaştırıcı bir tabaka
oluşturduğunu ve midenin sindirime hazırlıksız yakalanmasını önlediğini.
. Yemek yerken yerde oturarak sol ayağı katlayıp sağ ayağı karna çekerek oturulup yenildiğinde, su ile doldurulmuş balon şeklinde olan
midenin çıkış kısmını kapatarak yenilen gıdanın tam sindirilmeden bağırsaklara kaçmasını önleyeceğini ve mide dolunca da doygunluk
hissi vererek çok fazla yemeden kalkılacağını.
. Yemek yerken yemeğin ortasında su içildiğinde içilen suyun yenilen gıdaların sindirilmesine, gerekli vitaminlerin emilmesine katkıda
bulunduğunu ve midede doygunluk hissi vererek az yemeye vesile olduğunu.
. Oturularak ve en az 3 yudumda içilen su, dil ve ağız bölgesinde daha fazla duraksadığından tükürük bezleri için gerekli olan suyun emilimini
artırıp anti bakteriyel ve antioksidan etkiye sahip tükürüğün salgılanmasını artırarak ağız ve diş sağlığına katkıda bulunduğunu..
. Uyurken sağ yana dönüp yatıldığında solda o lan kalbimizin daha rahat çalışmasına neden olarak, kalbi yormadan dinlenmiş bir vaziyette
kalkılabileceğini.
. Tuvalete girerken sol ayakla ilk adım atıldığında kaygan olan zeminde ayağın kayması durumunda sola göre daha güçlü olan sağ ayağın
düşmeyi engelleyerek vücudu dengelediğini..
. Banyo yaptıktan sonra ayaklara soğuk su dökmenin kan dolaşımını hızlandırıp sıcak sudan dolayı genleşmiş olan damarların içindeki kanın
aktivasyonunu artırarak tansiyon düşüklüğünü önlediğini ve savunma mekanizmasını güçlendirdiğini.
. Kesintisiz uyunan uzun gece uykularının, damarlarda vazodilatasyona neden olduğunu, uyku ortalarında kalkıp el yüz yıkamak az yorucu
egzersizler yapmanın, vazodilatasyonu engellediğini ve daha zinde kalkılabileceğini.
. Yemeğe tuz ile başlanırsa, beyin tarafından gönderilen bir uyarı sayesinde, midede mukus denilen sindirimi kolaylaştırıcı bir tabaka
oluşturduğunu ve midenin sindirime hazırlıksız yakalanmasını önlediğini.
. Yemek yerken yerde oturarak sol ayağı katlayıp sağ ayağı karna çekerek oturulup yenildiğinde, su ile doldurulmuş balon şeklinde olan
midenin çıkış kısmını kapatarak yenilen gıdanın tam sindirilmeden bağırsaklara kaçmasını önleyeceğini ve mide dolunca da doygunluk
hissi vererek çok fazla yemeden kalkılacağını.
. Yemek yerken yemeğin ortasında su içildiğinde içilen suyun yenilen gıdaların sindirilmesine, gerekli vitaminlerin emilmesine katkıda
bulunduğunu ve midede doygunluk hissi vererek az yemeye vesile olduğunu.
. Oturularak ve en az 3 yudumda içilen su, dil ve ağız bölgesinde daha fazla duraksadığından tükürük bezleri için gerekli olan suyun emilimini
artırıp anti bakteriyel ve antioksidan etkiye sahip tükürüğün salgılanmasını artırarak ağız ve diş sağlığına katkıda bulunduğunu..
. Uyurken sağ yana dönüp yatıldığında solda o lan kalbimizin daha rahat çalışmasına neden olarak, kalbi yormadan dinlenmiş bir vaziyette
kalkılabileceğini.
. Tuvalete girerken sol ayakla ilk adım atıldığında kaygan olan zeminde ayağın kayması durumunda sola göre daha güçlü olan sağ ayağın
düşmeyi engelleyerek vücudu dengelediğini..
. Banyo yaptıktan sonra ayaklara soğuk su dökmenin kan dolaşımını hızlandırıp sıcak sudan dolayı genleşmiş olan damarların içindeki kanın
aktivasyonunu artırarak tansiyon düşüklüğünü önlediğini ve savunma mekanizmasını güçlendirdiğini.
. Kesintisiz uyunan uzun gece uykularının, damarlarda vazodilatasyona neden olduğunu, uyku ortalarında kalkıp el yüz yıkamak az yorucu
egzersizler yapmanın, vazodilatasyonu engellediğini ve daha zinde kalkılabileceğini.
EŞEK DEYİP GEÇMEYİN.
'' EŞEK" DEYİP GEÇMEYİN!.."
Her ne kadar insanoğlu türlü akılsızlıkları eşşeklikle nitelendirse de en güzel gözlere sahip bu sevimli hayvan, yerine göre çoğu insandan daha akıllıdır...
Örneğin ''Eşek, iyi bir yol mühendisidir. Yokuşları en fazla yüzde yedi eğimle ve kısa mesafelerde virajlar alarak çıkar.'' dediklerinde... ölçüm. Sonuç şaşırtıcıydı: Yüzde 7.
Hani bu konuda çoğumuzun bildiği meşhur bir Anadolu fıkrası vardır:
1950'li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye'ye. Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda yol güzergâhını belirleyecek alet yok, eleman yok. Nafı'a mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar şeritmetre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış. Bunu gören Amerikalı mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş:
- Ne yapıyorlar böyle?
- Rampada yolun güzergâhını belirliyorlar.
- Nasıl yani ,anlayamadım?
- Eşek yüzde 7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergâhı belirliyoruz demişler.Amerikalı katılarak gülmeye başlamış. Yatışınca da sormuş:
- Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?
Yetkili bozgun... cevap vermiş:
- Amerika'dan mühendis getirtiyoruz.
Her ne kadar insanoğlu türlü akılsızlıkları eşşeklikle nitelendirse de en güzel gözlere sahip bu sevimli hayvan, yerine göre çoğu insandan daha akıllıdır...
Örneğin ''Eşek, iyi bir yol mühendisidir. Yokuşları en fazla yüzde yedi eğimle ve kısa mesafelerde virajlar alarak çıkar.'' dediklerinde... ölçüm. Sonuç şaşırtıcıydı: Yüzde 7.
Hani bu konuda çoğumuzun bildiği meşhur bir Anadolu fıkrası vardır:
1950'li yıllarda Amerikalı mühendisler gelmiş Türkiye'ye. Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda yol güzergâhını belirleyecek alet yok, eleman yok. Nafı'a mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar şeritmetre çekiyor ve eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış. Bunu gören Amerikalı mühendis, pratiği kavrayamamış ve sormuş:
- Ne yapıyorlar böyle?
- Rampada yolun güzergâhını belirliyorlar.
- Nasıl yani ,anlayamadım?
- Eşek yüzde 7 eğimin üstüne çıkmaz, biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergâhı belirliyoruz demişler.Amerikalı katılarak gülmeye başlamış. Yatışınca da sormuş:
- Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?
Yetkili bozgun... cevap vermiş:
- Amerika'dan mühendis getirtiyoruz.
materyalizm bu mudur? budur?
ofisinin önüne park eder. Ofisteki arkadaslarina nasil gösteris yapacagini
düsünerek arabasindan inerken, yoldan hizla gecen bir kamyon sag tarafindaki
kapiyi kopartir atar.
Avukat derhal cep telefonunu kapar ve polisi arar. Bir dakika icinde
polis olay yerine gelir fakat daha tek bir soru sormasina firsat birakmadan
avukat isterik bir sekilde haykirmaya baslar.. Daha gecen gün aldigi arabasi
mahvolmustur ve kaportaci ne kadar ince iscilik göstersede gene de eskisi gibi
olmayacaktir. O kamyonun sürücüsü derhal bulunmali ve yaptigi hasar
ona mutlaka ödettirilmelidir. Avukat kizgin ve öfkeli sikayetini nihayet
bitirdiginde, polis bikkin ve inanamaz bir sekilde basini sallar 'Siz
avukatlarin bu kadar materyalist olmalarini bir türlü
anlayamiyorum..' der
'..sahip oldugunuz seylere öyle baglaniyorsunuz ki, baska birseyi gözünüz
görmüyor'
'Nasil söylersin böyle birseyi?' diye hayretle sorar avukat.
Polis adama aciyarak ve kücümseyerek bakar 'Sol kolun dirseginin altindan
kopmuş görmüyormusun.
sen bana kaportacidan bahsediyorsun....'
'Aman Tanrim!' diye bagirir avukat.
'Rolex'im de gitmis'
düsünerek arabasindan inerken, yoldan hizla gecen bir kamyon sag tarafindaki
kapiyi kopartir atar.
Avukat derhal cep telefonunu kapar ve polisi arar. Bir dakika icinde
polis olay yerine gelir fakat daha tek bir soru sormasina firsat birakmadan
avukat isterik bir sekilde haykirmaya baslar.. Daha gecen gün aldigi arabasi
mahvolmustur ve kaportaci ne kadar ince iscilik göstersede gene de eskisi gibi
olmayacaktir. O kamyonun sürücüsü derhal bulunmali ve yaptigi hasar
ona mutlaka ödettirilmelidir. Avukat kizgin ve öfkeli sikayetini nihayet
bitirdiginde, polis bikkin ve inanamaz bir sekilde basini sallar 'Siz
avukatlarin bu kadar materyalist olmalarini bir türlü
anlayamiyorum..' der
'..sahip oldugunuz seylere öyle baglaniyorsunuz ki, baska birseyi gözünüz
görmüyor'
'Nasil söylersin böyle birseyi?' diye hayretle sorar avukat.
Polis adama aciyarak ve kücümseyerek bakar 'Sol kolun dirseginin altindan
kopmuş görmüyormusun.
sen bana kaportacidan bahsediyorsun....'
'Aman Tanrim!' diye bagirir avukat.
'Rolex'im de gitmis'
2 Ağustos 2009 Pazar
hayata dair .
DEĞERİNİ BİLMEK
Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini
imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: "Oğlum" der
"Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en
sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve
ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
" Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu alır
mısınız?" diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri
alır; elinde evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim
çocuk oynasın" der. Mürit teşekkür edip çıkar.
Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere
ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gidir:
Buna ne verirsiniz?" diye sorar Semerci şöyle bir bakar, "Bu der
"benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden
yaparım. Buna bir on lira veririm."
Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce
yerinden fırlar. "Bu kadar büyük pırlantıya nereden buldun?" diye
hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?"
Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm." Mürit,
"Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya
başlar:
Ne olur bunu bana sat.
Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Mürit emanet olduğunu,
satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat
öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır.
Şeyh sorar: "Bundan ne anladın?"
Müridin verdiği cevap çok doğrudur:
"Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir."
Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini
imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: "Oğlum" der
"Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en
sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve
ne dediklerini öğren, gel bana bildir.
" Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu alır
mısınız?" diye sorar . Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri
alır; elinde evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim
çocuk oynasın" der. Mürit teşekkür edip çıkar.
Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere
ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gidir:
Buna ne verirsiniz?" diye sorar Semerci şöyle bir bakar, "Bu der
"benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden
yaparım. Buna bir on lira veririm."
Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce
yerinden fırlar. "Bu kadar büyük pırlantıya nereden buldun?" diye
hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?"
Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?" "Ne istiyorsan veririm." Mürit,
"Hayır veremem." diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya
başlar:
Ne olur bunu bana sat.
Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim." Mürit emanet olduğunu,
satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat
öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır.
Şeyh sorar: "Bundan ne anladın?"
Müridin verdiği cevap çok doğrudur:
"Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)