29 Mart 2011 Salı

Güçlü olmak artık beni yoruyor olric
herkese karşı dimdik olmak...
arkasında durmak attığım her adımın yoruyor...
Ki buralarda bilmem hangi uykunun hangi köşesinde...
beklemedeyim hiç gelmeyecek olanı
......uyan olric ... doğrul... seni bekliyor.....
düş değil gerçek
seni bekliyor..

Oğuz Atay - Tutunamayanlar

25 Mart 2011 Cuma

Sadece 90 saniye içinde - son 3000 yıl içinde
"imparatorluklar" nerede oldugunu gösteren, Orta
Doğu bölgesinin haritasını yapmışlar.Çok başarılı olmuş.

www.mapsofwar.com/images/EMPIRE17.swf

22 Mart 2011 Salı

Kuyruğunu Dik Tutan Fare

Ormanın birinde sürekli diğer hayvanlara musallat olan bir fare
yaşamaktadır. Fareden çok çeken hayvanlar günün birinde toplanır ve
ondan kurtulma görevini "ezeli düşmanı" kediye verir. Farenin peşine
düşen kedi onu bir ağacın altında olacaklardan habersiz beklerken
görür, usta bir avcı gibi sessizce yaklaşır arkasından. Pençesini
kaldırır, ama kedinin gölgesini gören fare şimşek hızıyla fırlar.
Hızlı bir kovalamaca sonunda düz bir ovaya gelirler. Sağına soluna
bakan fare kaçacak yer olmadığını görür.

Tek çare, düz ovanın ortasında yalnız başına otlamakta olan inektir.
Nefes nefese ineğin yanına doğru koşar ve başlar yalvarmaya. Fareden
az çekmeyen inek önce yardım etmek istemez ama yalvarmalarına fazla
dayanamaz ve onu saklamaya razı olur. "Peki, peki. Uzatma da geç şöyle
arkama" der inek.
Fare arkasına geçince inek pisliğini üzerine bırakır. Fare pisliğin
içinde kaybolur, ancak dik kuyruğu dışarıda kalmıştır. Kuyruğu gören
kedi hemen ineğin yanına gelir. Kuyruğundan tuttuğu gibi fareyi
pislikten çıkarır ve oracıkta yer.
1. Üzerinize her pislik atan düşmanınız değildir.
2. Sizi pislikten çıkaran herkes dostunuz değildir.
3. Boğazınıza kadar pisliğe gömülmüşseniz, kuyruğunuzu fazla dik tutmayın.
Kalabalıklar her zaman tehlikelidir. İçinde ruhlarını ucuza satan
alçaklar barındırır.

Victor Hugo
Şerefle bitirilmesi gereken en asil görev hayattır.
Bir lokma ekmek
için şererefini çiğnetmeye;
bir anlık eğlence için servetini
tüketmeye,bir zamanlık mevkii için el ayak öpmeye
,insanları ezip
geçmeye, günlük menfaatler için onurunu terk etmeye,
bir kısım insanlara
kızıp tüm insanlara düşman olmaya değmez bu hayat!

Can Yücel

19 Mart 2011 Cumartesi

Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin; hiç kimseyi
aldatmayacaksın. Ülke için gerçek amaç ne ise, onu görecek ve o hedefe
yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni yolundan
çevirmeye çalışacaktır, fakat sen bunlara karşı direneceksin. Önüne
sonsuz engellerde yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf,
araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak, bu
engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse... Bunu
söyleyenlere gülüp geçeceksin.

M. KEMAL ATATÜRK

17 Mart 2011 Perşembe

Bırak bütün insanlar seni tanısın; ama hiç kimse seni tam olarak
tanımasın.İnsanlar, sığ yerini gördükleri dereyi kolay geçerler.

Benjamin Franklin

14 Mart 2011 Pazartesi

Vaktiyle müziği seven, müzikli sesler çıkaran aletler yapan, Agâh
Efendi adında bir adam varmış. Ud mu dersin tambur mu, ney mi dersin
keman mı hepsi gelirmiş elinden. O kısaca saz dermiş yaptıklarının
hepsine. Nefesli nefessiz, adı ud olmuş ney olmuş sazın ne çıkar, o
seviyormuş hepsini.
Yaptığı her müzik aletine sanki küçük bir çocukmuş gibi dokunuyor,
onlara isimler veriyor:
- Sizin içinize bülbülü kim koyacak bakalım, diyormuş.
O zamanlarda güzel saz çalanlar için ?Sazının içine bülbül koymuş!?
denirmiş çünkü. Agâh Efendi de yaptığı her sazın içinde saklı, insanın
içini okşayan, çağıltılı sesleri uyandıracak kişiyi merak edermiş.
- Kimbilir kimin gönlünün derinliklerinde saklı sizin sesiniz.
Kimbilir kimin gönlünden sevinç ve hüzün olup akıp gideceksiniz,
dermiş her birine.
Ehil olmayan kişilere vermezmiş sazlarını. Önce bir iki deneme
yaptırır; çıkan sesten anlarmış hangisinin yürekten geldiğini,
hangisinin gelip geçici bir heves olduğunu. Bu sebeple namı yürümüş
Agâh Efendi'nin. Adı dört bir yanda duyulmuş.
Küçük bir de kızı varmış Agâh Efendi'nin. Her müzik aletini yapıp
bitirdiğinde sazı eline alır, ilk sesini verirmiş. Sesi duyan küçük
kız koşa koşa babasının yanına gelir, boynuna sarılırmış. İşte o zaman
Agah Efendi minicik bir zil hediye edermiş ona. Küçük kız bu zilleri
saklar, kimini saçına toka yaparmış, kimini kolye. Zilin şıngır mıngır
seslerinden anlarmış babası kızının nerelerde dolaştığını. Şıngır
mıngır seslere bir de küçük kızın şen, sevinçli haykırışları karışır,
Agâh Efendi'nin en sevdiği müzik çıkarmış ortaya ve kocaman güller
açarmış yüzünde.
Küçük Kızın annesi biriktikçe biriken bu minicik zilleri ?Ne yapayım,
ne yapayım?? diye düşünürken, aklına bir fikir gelmiş. Küçük kız çok
sevinecekmiş bu işe. İğnesini ipliğini alıp işe koyulmuş.
Günlerden bir gün kelli felli bir adam çalmış Agâh Efendi'nin
kapısını. Agâh Efendi adamı tanır gibi olmuş, tanıyamamış. Bilir gibi
olmuş, bilememiş.
- Dünyanın en güzel sesli sazını istiyorum, demiş adam.
- Peki, demiş Agâh Efendi. Ben yaparım amma almak size kalmış.
- Ne demek istiyorsun, diye sormuş kelli felli adam.
- Ben dünyanın en güzel sesli sazını yaparım; ama siz de, sazın içinde
saklı olan, en güzel sesi çıkaramazsanız sazı alamazsınız, demiş.
- Peki, demiş adam kurumlu kurumlu.
Saz olsun da ses çıkaramasın!
Bir zaman sonra kelli felli adam yanında bir alay uşakla yine çalmış
kapıyı. Agâh Efendi dünyanın en güzel sazını kadife örtüler içinde
sunmuş ona. Kendisine sunulan bu değnek gibi saza bakakalmış adam. Pek
inanası gelmemiş dünyanın en güzel sazını tuttuğuna. Ne nakışı var ne
boyası. Bir iki üflemiş ses de çıkmayınca öfkesinden küplere binmiş.
- Sen bizimle alay mı edersin, bre densiz, diye bağırmış. Meğer
kendisi o beldenin valisiymiş.
- Bir kerecik dinlemek istemez misiniz şu sazın sesini, diye sormuş
Agâh Efendi sakince.
Bir an düşünen vali:
- İsterim elbette, diye cevap vermiş.
Agâh Efendi başlamış adı ney olan bu sazı üflemeye. Öyle bir üflemiş
ki, gönüllerin incelip kırıldığı demden ses getirmiş. Yürekler kar
olup erimiş, yağmur olup yağmış, ırmak olup akmış, ışık olup yansımış.
Üflemesi bitince küçük kızı her zamanki gibi sevinçle yanına gelmiş.
Ama ne geliş! Annesi minicik zilleri elbisesinin eteğine dikmiş meğer.
Küçük kız koştukça etekleri zil çalmış. Koştukça zil çalmış. Gelip
boynuna sarıldığı zaman minicik bir zil daha çıkarmış cebinden Agâh
Efendi, küçük kıza vermiş.
Sazın güzel sesini dinledikçe kalbi iyice yumuşayan valinin ise öfkesi
saman alevi gibi sönmüş. Her işin bir inceliği vardır, diye düşünerek
dünyanın en güzel ama en gösterişsiz sazını almadan gitmiş. O gün
orada bulunanlar küçük kızın zil çalan eteğini hiç unutmamışlar. Ne
zaman çocuk gibi sevinen birini görseler etekleri zil çalıyor,
demişler. Bu sözü öyle çok sevmişler ki, sevindikçe etekleri zil
çalmış.

10 Mart 2011 Perşembe

Türkler'in Şamanizm'den İslamiyete geçişi yüzyıllar öncesine dayansa da
günümüzde Şamanizm'den kalan birçok adet ve gelenekleri bulunuyor.

İşte onlardan birkaçı:



Su dökerek uğurlama:


Gidenin arkasından su dökmek eski Türkler'deki su kültünün doğurduğu bir
adettir.



Mum:


Câmi avlularında mum yakılması, ağaçlara bez ve çaput bağlanması da Şamanizm
döneminden günümüze aktarılan geleneklerdir.


Tahtaya Vurmak:


Yine, istenmeyen bir olay duyulduğunda tahtaya el ile tokmak gibi üç kere
vurulması da,
kötülükten korunmak, kötü ruhların duymasını önlemek amacına yönelik eski bir
Şaman inanışıdır.
Bazısı Amerikalılar'a da geçmiş adetlerdir. geçerken Kuzey Buz Denizi'ndeki
Bering Boğazını kullanmış olsa gerektir.
Zira Amerikalılar da "knock on the wood" deyip 3 defa tahtaya vururlar.




Kurşun Dökme:



Kurşun Dökme de Şaman geleneklerinden kalan bir âdettir.
Şamanlar bu ritüele "Kut Dökme" anlamına gelen "Kut Kuyma" adını vermişlerdi.
İnsana musallat olan kötü ruhların olumsuz etkisini ortadan kaldırmaya yönelik
olarak çok eski dönemlerde uygulanan sihir kökenli bir ritüeldi.


Kırmızı kurdale:



Loğusa kadınların başına bağlanan kırmızı kurdela Şaman döneminden günümüze
kadar ulaşmış bir adettir.
Bu kurdelanın anneyi ve yeni doğan çocuğu, albız denen şeytana karşı
koruduğuna,
özelikle Alevilik'de gözlemlenen mezarın başına bağlanan kırmızı kurdelanın da
ölüye kötü ruhların musallat olmasını engellediğine inanılır


AY:



Anadolu'da yeni ayın görünmesi sırasında yere diz çökerek niyaz edilmekte,
gökyüzüne, aya ve toprağa bakarak dilekte bulunulmaktadır. Yeni ayın yeni
umutlara ve yeni başlangıçlara vesile olacağı düşünülür. Bu olgu da Türkler'in
eski Göktanrı inancından kaynaklanmaktadır.



40 Sayısı:


Eski Türk inanışına göre ruh fizikî bedeni 40 gün sonra terk etmektedir.
Türk destanlarında kırk sayısı çok yer alır ve kırk yiğitler, kırk
kızlar epeyce
geçer.
Manas destanında olduğu gibi, Dede Korkut hikâyelerinde kırk yiğitler
görülmektedir.
Kırgız türeyiş efsânesinde de, Sağan Han'ın bir kızı ve otuz dokuz hizmetçisi
ile kırk kız bir gölün kenarına giderek sudan gebe kalmışlardı. Oğuz'un verdiği
şölende, diktirdiği sırıkların boyu kırk kulaç uzunluğunda idi.
Hikâyelerde ve masallarda kırk gün ve kırk gece düğünler, kırk haremiler, kırk
satır ve kırk katır çok geçer.
Bazı ejderhalar vardır ki onlar yenilmez ve ölmezler, ancak bunların
tılsımları
bozulursa ölürler.
Bu gibi ejderhaların kırk günlük bir uyku zamanı vardır.
İşte bu zamanda ejderhanın yanına gidilir, üzerinden kırk tâne kıl koparılır,
ateşe atılarak yakılırsa ejderha da ölür.



40 sayısı da totemcilik döneminden kalma bir inanıştır.
Semâvî dinler dâhil tüm dinlerde 40 sembolizmasının görülmesi dinlerin evrim
süreci konusunda fikir vermektedir.
İslâmiyet'te ölümün ardından 40 gün geçtikten sonra Kur'an ve Mevlit okutma
âdetlerinin,
Musa'nın Tanrı'nın buyruklarını Tur dağında 40 gün 40 gecede almasının,
Eski Mısır'da firavunun ölümünden kırk gün sonra cennete gidebilmek için bir
boğa ile mücadele etmek zorunda kalmasının,
Hıristiyanlar'ın paskalyaya 40 gün oruç tutarak hazırlanmasının,
Ayasofya kilisesinin zemin katında 40 sütununun ve kubbesinde de 40 penceresi
olmasının kökeninde o devirlerden kalma Şaman veya totem geleneklerine
benzetilmektedir.

Mezartaşı:




Şaman âyin sırasında yardımcı ruhlarını kullanmaktadır.
Ölülerin, âilenin vefat etmiş büyüklerinin, eski Şamanlar'ın ruhlarının,
ormanın, suyun ve yerin yardımcı ruhlarının da Şaman'a yardım ettiği kabûl
edilir. Ölen büyüklerin ruhlarının çoğalması sonucu bu ruhların en kıdemlisinin
ruhların başına geçeceğine ve bunun da diğerlerinin yardımı ile Şaman'a yol
göstereceğine inanılır. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şaman'a gökyüzüne
yapacağı yolculukta yardımcı olmaktadırlar. Toplumda ulu kabûl edilen kişilerin
ölümünden sonra ruhlarından medet ummak mezarları kutsamış ve bu yerler medet
umulan yerler hâline gelmişlerdir. Günümüzde mezar, türbe, yatır ve benzeri
yerlerin ziyareti ve bunlardan medet umulması da bu inanç sisteminin devamı
olarak ortaya çıkmıştır.



Eski Türkler'de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin
özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç
duvarları
ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir.
Ayrıca mezarın veya mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan
kişilerin
mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir.




Arap dünyasında mezar taşı yoktur. Ölünün toprakla bütünleşmesi ve zaman içinde
kaybolması istenir. Kutsanması günahtır.
Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın san'at eseri hâline getirilecek kadar
süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu'da görülmektedir.


Dilek tutma:


Göktanrı inancında kanlı kurbanlardan başka bir de kansız kurbanlar vardır.
Saçı, yalma, yani ağaçlara veya kamın davuluna bağlanan paçavralar, ateşe yağ
atma, tözlerin ağızlarını yağlama ve kımız serpme gibi törenler bu kansız
kurbanlardır.



Ölüm:


Şamanizm'de köpek ruhun yaklaştığını uzaktan acı ulumayla haber
verebilmektedir.
Sıradan bir kişi bu ruhu görürse bu onun pek yakında öleceğine işaret
sayılır. Anadolu'da günümüzde köpek uluması uğursuz sayılmaktadır. Köpeklerin
bâzı olayları önceden algıladıklarına ve bunu uluyarak anlattıklarına inanılır.


İçki:


Şamanlar (kamlar), Tanrı ve koruyucu ruhlar için arak (rakı) saçı saçarlar, bu
kansız kurban sayılır.
Oysa İslâm'da içki içilmesi kesinlikle yasaklanmıştır. Eski Türk
kültüründe içki
içilmesi yaygın bir gelenektir.
Özellikle düğünlerde ve mutlu günlerde müzik eşliğinde içki içilmesi geleneği
vardır.



Kubbe:



Ayrıca, cami mimarisine kattığımız "kubbe" gök tanrı dini'nden taşıdığımız bir
durumdur.



Nazar:



Anadolu'da halk arasında "nazar" olgusu çok yaygın bir inançtır. Bâzı
insanların
olağandışı özellikleri olduğu ve bunların bakışlarının karşılarındaki kimselere
rahatsızlık verdiğine, kötülük yaptığına inanılır. Bunun önüne geçmek için
"nazar boncuğu", "deve boncuğu", "göz boncuğu" v.s. takılır. Nazar olgusu da
eski Türk inançlarındandır.


Halı Kilim Desenleri:




Şaman'ın üzerine giydiği giysiye yılan, akrep, çiyan, kunduz gibi yabanî ve
zararlı hayvan şekilleri çizilerek onların kaçırılacağına inanılırdı. Bugün
Anadolu'da Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim gibi örgüler Şaman
giysilerinin izleri taşımaktadır.


Müzik:



Şamanlar âyinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz bir âyin
düşünülemez.
Oysa İslam dininde Kur'an dışındaki dinî eserlerin müzikle okunması günahtır.
Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu'da Hz. Muhammed'in, Hz. Ali'nin
hayatları müzikle okunmaktadır.
Mevlit ve İlâhiler sâdece Anadolu'da uygulanan müzikli anlatımlardır.

8 Mart 2011 Salı

7 Mart 2011 Pazartesi

''Düştüğümüz kuyular sandığımız kadar dipsiz değil aslında dostlarım ,
tutunmaya çalıştığımız ipler kısa sadece..''

Charles Bukowski

6 Mart 2011 Pazar

Yanlış yoldan gitmenin birden çok yolu vardır. Ama doğruyu yapmanın
tek bir yolu
bulunur. Yanlış yapmak bu yüzden kolay, doğruyu bulmak ise bu yüzden zordur.

Aristoteles
DERVİŞ KAŞIKLARI


Sevginin yalnızca sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark
vardır? diye sordular bir bilgeye.
Bilge, büyük bir sofra hazırladı ve sevgiyi dillerinden eksik
etmemelerine karşın, onu günlük yaşamlarında hiç kimseye göstermeyen
kişileri yemeğe çağırdı. Sofrada herkes yerini aldıktan sonra,
önlerine birer tas sıcak çorba, sonra da derviş kaşıkları denen,
sapları bir metre uzunluğunda özel kaşıklar getirildi.
Ev sahibi konuklarına bu kaşıkları nasıl tutmaları gerektiğini söyledi
Herkes kaşığının ucundan tutmak zorunda kaldı.
Konuklar, uçlarından tuttukları bir metre uzunluktaki kaşıkları
güçlükle taslarına daldırıyorlar, fakat kaşıklarına çorba doldurup,
ağızlarına götüremiyorlardı. Ağızlarına bir kaşık çorba koyabilmeyi
beceremeyen konuklar, yemekten sonra kalktıklarında, karınlarını
doyuramamışlar, kaşıklarından dökülen çorbalarla da sofranın üstünü
kirletmişlerdi.
Bilge, bir gün sonra ikinci bir yemek daveti verdi. Bu kez, sevgiyi
gerçekten bilen ve her gün sevgiyle yaşayan kişileri çağırdı. Yüzleri
aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen pırıl pırıl kişiler geldiler ve
bu kez onlar yerlerini aldılar, sofrada. Önlerine birer tas sıcak
çorba ve sapları bir metre uzunluktaki derviş kaşıkları getirildi.
Onlara da kaşıkları ancak,saplarının uçlarından tuta bilecekleri
kuralı söylendi.
Ev sahibi bilgenin Buyurun, afiyet olsun sözünden sonra sofradaki
herkes, önündeki kaşığı, sapının ucundan tuttu ve
Herkes kaşığını, karşısındaki kişinin tasına daldırıp, kaşığına aldığı
çorbayı, karşısındaki kişinin ağzına uzattı. Bu yöntemle herkes
karnını doyura bildi. Konuklar sofradan kalktıklarında ise, sofranın
üstünde, dökülmüş tek damla çorba yoktu.
Sevginin yalnızca sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark
vardır sorusunu soranlara bu uygulamayla yanıt verdikten sonra bilge,
bir de öğütte bulundu:
İşte, dedi. Kim ki yaşam sofrasında yalnızca kendini görür ve yalnızca
kendini doyurmayı düşünürse, o kişi aç kalacağını da bilmelidir.
Ve kim ki başkalarına da düşünür ve o da kesinlikle doyurulacaktır.
Çünkü yaşam denen bu pazar, alan değil, veren kazançlıdır her
zaman........

4 Mart 2011 Cuma

Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun.

C. Süreyya
FARE ÖYKÜSÜ

Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin
mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine:
"İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü.
Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu
anladığında yıkılmıştı.
"Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye
bağırarak telaşla bahçeye fırladı.
Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç
bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı:
"Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı
olamaz küçücük kapanın" dedi.
Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu ve,
"Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye
adeta çırpındı. Domuz anlayışla karşıladı ama,
"Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka
yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol"
dedi.
Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve ,
"Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi.
İnek ; "Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni
ilgilendirmiyor." dedi.
Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü.
Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak
zorunda olduğunu anladı....
O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik
farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden
bir ses duyuldu.
Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu.
Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından
fırladı ve mutfağa koştu.
Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark
edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden
çiftçinin karısını ısırdı.
Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri temizledi
sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı.
Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız
ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu.
Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu
herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu.
Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi.
Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler.
Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu kesti...
Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki
çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.
Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için
çiftçi ineği mezbahaya yolladı...
Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi.
1. Bizi ilgilendirmediğini sandığımız olayın bir anda içinde olabiliriz..
2. Size yardım eli uzatmayan yardıma muhtaç hale gelebilir.
3. Kime ne olacağını ancak zaman gösterir.

İyi adam olmak için;
Kimseye fenalık etmemek yetmez,
İyilik etmesini de bilmelidir.

2 Mart 2011 Çarşamba

Moto -büüs

Üzülme!..
Dert etme can!..
Görebiliyorsan, dokunabiliyorsan, nefes alabiliyorsan, yürüyebiliyorsan......
Ne mutlu sana!..
Elinde olmayanları söyleme bana...
Elinde olanlardan bahset can!...
Üzülme!..
Geceler hep kimsesiz mi geçecek?.....
Gidenler dönmeyecek mi?..

Yitirdiğin her ne ise; bir bakarsın yağmurlu bir gecede..

Veya bir bahar sabahında karşına çıkmış...

Bil ki! Güzellikler de var bu hayatta...

Gel Git'lerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin?..
"Hüzün olgunlaştırır" ...
"Kaybetmek sabrı öğretir"

Mevlana